Su, tüm canlıların yaşamlarını borçlu oldukları ilahi sıvı. Yeryüzünün dörtte üçünü dolduran bu madde adeta yaratıcı tarafından canlılığın oluşması için vesile kılınmış bir nimet. Bu öyle bir nimet ki olmadığı yerde hayat belirtileri görülmüyor, bulunduğu yerde ise derhal canlılık vuku buluyor. Cansız varlıkların durgunluğuyla tekdüzeliğe mahkum olan kainat, suyun getirdiği yaşam belirtileriyle hareketleniyor. Ortalığa hakim olan sessizlik, yerini mavi yeşil kuşların cıvıltısına bırakıyor. Hayatilikten mahrum bulunan varlıkların sıkıcılığı ve değişmezliği yerini sarı, beyaz, kırmızı ve daha nice renklere bürünmüş çiçeklerin güzelliğine bırakıyor. Üzerinde yaşam yokken anlamsız, boş ve ıssız duran toprak, suyla anlam buluyor. Önce bakteriler oluşuyor, toprak bunların titiz çalışmalarıyla zenginleşiyor. Ardından bitkiler meydana geliyor, ilk bakışta çeşit çeşit renk renk tomurcuklarıyla hayranlık uyandırıyorlar fakat bu hoş, göz alıcı çiçekler zamanla açıyor, yemeye doyulmayan tatlı ve sulu meyveler veriyor. Kimi zaman dallarına tutunamayan meyveler toprağa düşüyor, bakteriler hemen akın ediyorlar bu hazineye, kimi zaman da hayvanlara yem oluyor.
Daha sonra karmaşık bir canlı buluyoruz karşımızda, hayvanlar alemi, bunların bazısı gökte özgürce süzülüyor. Bazısı engin okyanuslarda yüzüyor alabildiğine, bazısı toprağın içinde yaşıyor, bazısı da dağlarda, çöllerde, bozkırlarda av peşinde koşuyor.
Canlılar aleminin son noktasında ise eşsiz bir varlıkla tanışıyoruz; diğer tüm canlılara hükmeden bu varlık, yani insan, akıl ve iradesiyle sıyrılıyor öbürlerinden. Düşünüyor, sorguluyor, canlı ve cansız varlıkları anlamanın, anlatmanın yollarını arıyor asırlardır. İnsan yokken vahşi yaşamın elinde olan toprak, insanın getirdiği tarımla tanışıyor. İnsan, toprağı eşiyor, tohum ekiyor ve yaşamını borçlu olduğu suyu toprakla buluşturuyor. Toprak da bağrından çıkıp göğe doğru yükselen bir hediye veriyor insana, insan bu hediyeyle besleniyor fakat elindekilerle yetinmiyor, zaman geçtikçe yeni şeyler icat ediyor, hayatını kolaylaştırmak için biteviye üretiyor ve nihayetinde bugünlere ulaşıyor.
Kısacası, dünyanın her bir noktasında yaşamlarını sürdüren milyarlarca mikroorganizma, sayısız bitki ve hayvan ve gayet tabii insan, su adını verdiğimiz maddenin varlığıyla hayat bulmuştur. Yaşadığımız uçsuz bucaksız evrende, canlı yaşamından mahrum gezegenler, var oldukları günden beri yaratıcının kendilerine tayin ettiği yörüngede kesintisiz dönüyorlar. Varlıklarından bihaber, ne yaptığını bilmeden yok oluşu bekleyen bu gezegenler devasa kum fırtınalarıyla, yaşamı imkansız kılan gaz kümeleriyle boğuşuyor. İçinde bulundukları düzenin mükemmelliğini kavrayacak idrak yetisine sahip olmayan bu cisimler, kendilerini esir alan yalnızlığın ve etraflarındaki ürkütücü ıssızlığın farkında değiller. Fakat dünyamız için aynı şey söz konusu değil. Üzerinde yaşayan canlıların enerjisiyle hareketlenen dünyamız, suyun kendisine kattığı hoş görüntüyle “mavi gezegen” ismine kavuşarak, adeta tüm gezegenlerden farklı olduğunu ilan ediyor. Bir yanda insan kalabalıklarının her gün bir yerden bir yere gitmeleri, büyük şehirlerin korna sesleriyle dolu trafikleri, diğer yanda ise biri avlamak biri de yem olmamak için koşan hayvanlar, sincaplara ev sahipliği yapan ağaçlar… İşte dünyamızı farklı kılan, bu cansız taş kütlesini “mavi gezegen” sıfatına layık hale getiren hususiyetler bunlardır. Tüm bunları vücuda getiren varlığa bizler “su” diyoruz.
Su Hiç Var Olmasaydı Ne Olurdu?
Bu soruya vereceğimiz ilk cevap “Biz olmazdık” olacaktır. Evet, su olmasaydı biz olmazdık. Çünkü bir yerde canlı yaşamının başlaması için suyun varlığı gereklidir. Su olmasaydı dünyamız ıssız, sessiz ve kimsesizliğe mahkum, canlılığın getirdiği hareketlilikten yoksun, kuru bir toprak parçasından farksız olacaktı. Bugün büyüklüğü karşısında hayret ettiğimiz devasa okyanuslar ve bunların devamı niteliğindeki denizler, yeryüzünü dolduramayacaktı. Hayranlıkla seyredaldığımız doğa manzaraları, dağların üstünü örten kocaman yemyeşil ağaçlar ve burayı evi bellemiş hayvanlar yaşama fırsatı bulamayacaktı. Derin vadilerin ortasındaki hayat kaynakları yani nehirler, hiçbir zaman akamayacak, bugün güzelliğinden mest olduğumuz nice bitki de var olamayacaktı.
Küçük büyük on binlerce şehrin bulunduğu ve her an gürültüler yükselen, kalabalık ve hareketli dünyamızın kimi kimsesi olmayacak, bugünkü gürültünün yerini anlamsız bir tenhalık alacaktı. Üzerindeki yaşam sayesinde mamur olan ve bu sayede tabiri caizse tüm gök cisimlerinin şahı konumuna yükselen dünyamız, susuz kalsaydı bu üstünlüğünü kaybedecek ve herhangi bir gezegenden farksız hale gelecekti. Evet, belki de Güneş yine doğacak ve tüm ihtişamıyla yeryüzünü aydınlatacak; Ay, ödünç aldığı ışığıyla gecenin karanlığında parlayacak fakat atıl ve cansız dünya için bunlar hiçbir şey ifade etmeyecekti. Her gün doğup batan Güneş’in uzun bir mesafe kat ederek Dünya’ya gelen ışınları zayi olacak, bugün beslediği bitkileri hiç tanıyamayacaktı.

Su olmasaydı, akıl ve irade sahibi, idrak kabiliyetine sahip insanoğlu var olamayacak dolayısıyla bugünkü teknik ve teknolojik hiçbir araç ve yapı meydana gelemeyecekti. Tüm bunlardan yoksun bir dünya ve evren, varlığı anlamsız bir virane görünümünü alacak, duraklamaya, sıradanlığa ve yerinde saymaya mecbur kalacaktı. Her bir gök cismi ebediyen kendi yörüngesinde hareket edecek ve defaatle aynı şeyi yapacak, sonsuz bir tekdüzeliğin pençesinden kurtulamayacaktı. İnsan denen varlığı bilmeyeceği için, insanlığın uzaya gönderdiği uyduları hiçbir zaman göremeyecek, dünyadan yükselen sesleri duyamayacak ve yeryüzünü kaplayan ışıkları tanıyamayacaktı.
Su olmasaydı, denizlerde ve okyanuslarda yaşayan büyüklü küçüklü balıklar, kimi tuzlu kimi tatlı sularda yaşayan deniz canlıları, dünya ile hiç tanışamayacaktı. Yeşil örtüye bürünmüş dağların eteklerini yuva edinen güzel ceylanlar, asil duruşu ve mağrur edasıyla boz tüylü, boz yeleli kurtlar, bir sanat eseriymişçesine taşıdıkları boynuzlarıyla geyikler, sarp dağların manzarasını bilemeyecekti. Soylu tavırlarla havada süzülen göğün hükümdarları, şahinler, martılar, sumrular, çulluklar, uçma özgürlüğünü tadamayacaktı. Bugün hayranlıkla incelediğimiz sayısız hayvan türünün yaratılışlarındaki sanat görülemeyecek çünkü tüm bu hayvanlar hiç var olamayacaktı..
Su olmasaydı, asırlık çınar ağaçları, dondurucu soğuklara bile direnen çamlar ve büyük sağlam meşeler olmayacaktı. Büyük su kütlelerinin altında barınan yosunlar, yüksek rakımlı yerlerde kayaları ve ağaçları saran kaya yosunları ve mantarlar görülmeyecekti.
Sabahın erken saatlerinde, aydınlığın gecenin yerini almak için mücadele ettiği o anlarda, ahşap bir kayıkla denize açılarak balık tutma keyfini yaşayamayacaktık. Açık denizlerde, nerde biteceğini tahmin edemediğimiz gemi yolcuklarına çıkamayacaktık. Orhan Veli’nin, “Ne duruyorsun be, at kendini denize / Geride bekleyenin varmış, aldırma / Görmüyor musun, her yanda hürriyet / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol / Git gidebildiğin yere” mısralarındaki coşkunluğu ve şuurunu kaybetmişçesine yazıya dökülen bu sevgiyi tadamayacaktık. Fuzuli’nin Su Kasidesinde “Tıynet-i pâkini ruşen kılmış ehl-i aleme / İktida kılmış tarik-i Ahmed-i Muhtar’e su” beyiti ile suyu, saf ve temiz bir inanışa malik, Peygamberimizin yolundan giden Müminlere benzetmesi, onun yaratılıştan gelen bir temizliğe sahip olduğunu göstermesi mümkün olamayacaktı.

Gelenlerin ayrılmak istemediği, ilk defa görenlerin aşık olduğu İstanbul, Venedik, Roma gibi şehirler, su olmasaydı; varlıklarıyla anlam buldukları denizler, boğazlar ve su kanallarından mahrum kalacaklardı. Bu şehirler ki olağanüstü manzaralarıyla dünyevi hayatın üstünde bir görünüm sergileyen, karşımızdaki manzaranın gerçekliği konusunda bizleri tereddüde sevk eden şaheserlerden başka bir şey değildir; bu efsanevi şehirleri görme hazzını yaşayan insanlar, ruhlarının derinliklerindeki özgürlük isteğinin aksetmesiyle cereyan eden bir hülyanın içinde bulunduklarını sanırlar; işte insanı böylesine büyük bir şaşkınlığa ve hayranlığa gark eden şehirler, suyun yokluğuyla güzelliklerini kaybedeceklerdi.
“Nice revnaklı şehirler görünür dünyada / Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan / Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada/ Sende çok yıl yaşayan, ölen, sende yatan” mısralarını Yahya Kemal’e yazdıran İstanbul, anlamsız ve sıradan kalacaktı. Avrupa ve Afrika medeniyetlerini birbirinden koparan, tatlı ve tuzlu suyun birbiriyle savaşmadığı, yan yana ve huzur içinde yaşadığı Cebelitarık Boğazı, üzerinde ilerleyen mavi-beyaz yelkenlilerle tanışamayacaktı. İki dağın arasına kurulu, Osmanlı sanatının müthiş eseri Mostar Köprüsü; altından akmakta olan, yepyeni bir dünyanın müjdecisi Neretva Nehri’yle bütünleşemeyecek, büyük bir bozkırın ortasında yükselen ağaç misali, çıplak ve eksik kalacaktı.
İki yanında karşılıklı bakışan Rumeli ve Anadolu Hisarlarının destanlaştırdığı İstanbul Boğazı olmayacak, bugün cennet kapılarına yaklaşıyormuşçasına ilerleyen vapurlara binen insanlar, boğazın sefasını süremeyeceklerdi. Boğaz’ın tabiatı gereği zaten şiirsel olan manzarasına ayrı bir hoşluk katan Kız Kulesi ve bembeyaz tüylü martıların sesleri eşliğinde Üsküdar sahilinden kalkan tekneler, usta bir sanatçının kaleminden çıkmış kasidelerin taç beyitlerindeki yüksek uyum ve ahengi andıran bu sahne, ne yazık ki gerçek olamayacaktı.

Su olmasaydı; en sıcak yaz günlerinde güneş ortalığı kasıp kavururken bize kurtuluşu vadeden gözlerle bakan suya atlayıp ferahlayamayacaktık. Yeryüzünü bembeyaz bir örtüyle kaplayan, dünyanın çok renkli maddeler alemini adeta tek renge indirgeyen fakat bunları yaparken sanki arzın rızasını almışçasına narin bir görüntü sergileyen kar var olmayacaktı. Tüm bitki topluluklarını besleyen, yaratıcının kudretini gösterme vesilelerinden biri olan yağmur, hiçbir zaman bizi ıslatamayacaktı. İfrat derecesine varan soğukluğuna rağmen pek çok canlının yuvası olan buzullar, canlılığa müsait olmadığını düşündüğümüz yerlerde bile yaşam olabileceğini gösteren bu ibret vesikaları, doğru bildiklerimizin yanlış çıkabileceğini bize öğretemeyecekti.
Atalarımızın “Su gibi aziz ol.” diyerek suyu saygıya layık bulması, dertlerden sıyrılıp ferahladığı anı “İçime su serpildi.” sözüyle tasvir etmesi, insanlığın doğuşundan beri suya verdiği önemi göstermesi bakımından güzel örneklerdir. İnsanlığın olmazsa olmazı, yorgun anlarımızda kana kana içtiğimiz bir bardak suyun yerini şu koca kainatta ne tutabilir ki? Elbette hiçbir şey tutamaz. İşte az önce zikredilen ifadeler de bunun farkına varmış olan geçmiş insan topluluklarının bizlere bıraktığı mirastır.
İçimiz sıkıldığında, sahil kenarında sessiz sakin bir köşede, denizin sonsuzluğu karşısında dalıp giderken, tefekkür alemine yaptığımız seyahate mukabil başka bir şey bulmak mümkün mü? Cevabımız “Hayır” ise, neden diğer canlıları umursamayarak çöplerimizi denize atıyor, Yaratıcının insanlığa sunduğu büyük nimete saygısızlık yapıyoruz? Bize emanet olarak bırakılmış ve hizmetimize sunulmuş, sayısız fayda ve kolaylık sağlayan suya niçin ihanet ediyoruz? Varlığımızı borçlu olduğumuz suyu koruyarak, elimize geçen şükretme fırsatını değerlendirmek için gerekirse tüm enerjimizi sarf etmeliyiz.
Şimdi herkesin vicdanına şu soruyu soruyorum: Değmez mi elimizden gelen her şeye söz konusu su olunca?
Güzel yazı
Teşekkürler
Baliği okurken yutkundum