Ölüm denen kavramı çoğumuz düşünmeye zahmet etmiyoruz. Sanki ölmeyecek gibi yaşıyoruz. Ölüm sadece başkalarının başına gelir ve bize uğramasına daha çok vakit vardır. O yüzden de üzerinde düşünmeye pek gerek duyma ihtiyacı hissetmeyiz.
Bizler için ölüm hala soyut bir kavram, ben gelecekte yapacağım girişimleri düşünüyorum, bir başkası okuldan mezun olmayı, ya da bir araba almayı veya bir ev sahibi olmayı. Televizyon izleyen teyzelerimiz haberlerde veya dizilerde acı çeken insanları düşünüyor, kimi maaşını kimi eski sevgilisini.
Zaman zaman otobüste, metroda ya da evimin penceresinden dışarı baktığımda içimden şunlar geçiyor; insanlar sanki simülasyon gibi yaşıyor hayatlarını. Önemsiz şeyleri kafalarına takıyorlar, anlamsız hayatlar sürüyorlar, yiyor, içiyor, uyuyor ve ardından kendilerini meşgul edecek sorunlar üretiyorlar. Asıl gerçekten kaçıp geçici olana odaklanıyorlar.
Aslında sorun ölümün soyut bir şey olmamasında. Ölüm hemen yanımızda, ne zaman geleceği belli olmadan bizi bekliyor. Bugün iyisin, hayatını yarı uykulu bir şekilde götürüyorsun, bir gün hiç beklemediğin bir anda doktor gelip öleceğini söylüyor. İşte o zaman her şey bir kabus haline gelip tahammül edilemez hale geliyor. Yarı uykuda olan zihinlerimiz böylelikle ölümün soyut olmadığını kavrayıp uyanıyor.
Çevresinde ölümcül bir hastalıkla boğuşan bir tanıdığı olan varsa söylediklerimi daha iyi anlayacaktır. Hepsi hayatının son anlarını yaşayabilmek için uyanmıştır. Yaşadığı süreç boyunca hayatının nasıl su gibi akıp geçtiğini ve aslında daha yapacak çok şeyleri olduğunun bilincinde olurlar. Bazen öfkelenirler ve bunu yansıtmamaya çalışırlar. Başlarına gelen bu şey hakkında “neden ben” diye düşünür, etrafta hiçbir şey yapmadan vaktini israf eden onca insana istemeden içten içe nefret beslerler. Bu hisleri anlamak için empati kurmanıza veya ölümcül bir hastalığa yakalanmanıza gerek yok. Ölüm denen kavramın aslında soyut bir şey olmadığını anladığınızda garip düşünceler silsilesi aynı şekilde sizler içinde başlıyor.

Bu tarz şeyleri düşünmenin insanı gerçekten bir tür bunalıma soktuğunun farkındayım. Fakat ölüm denen kavram bu kadar bize yakınken düşünmekten kaçamıyorum. Bazen 3 ay ömrüm kaldığını varsayıp yaşamaya çalıştığımda zamanın çok kıymetli olduğunu anlayıp hayatın keyfini çıkarmam gerektiğini düşünüyorum. Hayatta ne önemli ve ne önemsiz bu ayrımı yapıp yaşamla barışmaya çalışıyorum. Bu konuda daha adım atmadan kafamın içinde binlerce düşünce kuruyorum. Vardığım sonuç ise 3 ay ömrüm bile kalsa sanki hiç ölmeyecekmişim gibi yaşamaya devam etmek.
“Elbet bir gün öleceğim” düşüncesi tüm hayatımı uykuda geçirmiş gibi sarıyor zihnimi. Sanki hiç yaşamamışım gibi. Bu beni daha çok kızdırıyor ve nasıl bu kadar aptal olduğum hakkında düşündürüyor. Artık şu zamandan itibaren hiç yapmadığım şeyleri yapmak ve dikkatimi önemli şeylere vermek konusunda kendimle anlaşıyorum. Fakat sizde olduğu gibi bende de olan “hiç ölmeyecekmişim gibi” yaşama dürtüsü ve “daha çok zamanım var” düşüncesi her zaman buna engel oluyor.

Tabii bu düşüncelerin sonu, belki daha ötesi vardır diye düşünmeye itiyor beni. Belki vücut ölüp ruhum yaşamaya devam edecektir, belki de bu hayatımdaki hataları telafi etmek için daha sonra tekrar dünyaya geleceğimdir ya da sonsuz bir yerde sonsuza kadar yaşayacağımdır.
Kesinlikle bunlara inanmak isterdim. Ölümün soyut bir şey olmadığını anlayan herkesi aslında bu düşünceler kurtarmıştır. Keşke ben de buna inanabilseydim. Ruhun yaşamaya devam etmesi, başka bir bedende tekrar dünyaya gelmek ve böylece yaşamaya devam edebilmek. Ne muazzam şeyler… Fakat bu tarz şeylerle hayallere kapılmama beynim izin vermiyor.
Aynaya bakın. Bir vücut göreceksiniz, kendi vücudunuzu. Bunu size sanki sizin arabanız sizin kitabınız der gibi söylüyorum. Aynı şekilde ben de aynaya baktığımda bu benim vücudum diyorum. Bana ait ve benim sahip olduğum bir şey. Fakat parmak basmamız gereken nokta şu; evet, vücut bize ait ama o ben değil. Aynı şekilde size ait arabanın siz olmadığı gibi.
Öyleyse biz neyiz? Biz tecrübelerimizden, düşüncelerimizden ve duygularımızdan ibaretiz. Biz bir bilinciz. Benim bilincim, ben olan bu şey benim ruhum mudur?
Hayır değildir. Vücudumuz, DNA’da kodlanmış genetik mirasımızın ve çok sayıda iç ve dış etkenin bir ürünüdür ve bu etkenler aynı bilgisayar gibi nöronlar arası elektrik akımlarına dayanır. Beynimizi bir donanım, bilincimizi bir yazılım olarak ele alalım. Bilgisayarın bir ruhu var mıdır? İnsanı çok gelişmiş bir bilgisayar olarak ele alırsak bilgisayarlar da aynı ruha sahip midir? Elektrik kesilirse bu ruh yaşamaya devam eder mi? Nerede ve ne şekilde devam eder?

Şunu anlamamız gerek bizim bilincimiz nasıl dizayn edilmiştir? Ben, ben olduğumu, bu oluşumun yöneticisi olduğumu, annemin ve babamın kim olduğunu nasıl biliyorum? Soruları uzatmaya gerek yok, kendimle alakalı bunca şeyi nasıl biliyorum?
Tüm bu şeyleri; yaptıklarım, duyduklarım, söylediklerim, gördüklerim ve öğrendiğim tecrübelerle biliyorum. Bütün bunları nerede saklıyoruz? Elbette hafızamızda. Peki, bu hafıza nerede saklı?
Hafızalarımız beynimizideki hücrelerde depolanmış durumda. Bu hücreler aynada kendinize baktığınızda gördüğünüz vücudunuzun bir parçası. İşte buraya odaklanmanızı istiyorum. Vücudumuz öldüğünde, hafıza hücrelerine oksijen gitmediğinden onlar da ölür. Kim olduğumuza dair tüm hafızamız da bu hücreler öldüğünde silinir.
Madem ruhumuz var, ruhumuz nasıl olur da bu hayatı hatırlamayı başarır? Hepimizin hemfikir olduğu şey ruhların atomlardan oluşmadığı çünkü ruh dediğimiz kavram soyuttur. Eğer ruh atomlardan oluşmuyorsa hafıza hücrelerine de sahip olamayacaktır. Öyleyse ruh hatırlamayı başaramaz.
Çok acı, aslında bir makine veya bilgisayardan farkımız yok. Canlıyı canlı yapan şey bir taslaktır. Anlamanız için açmak gerekirse atomlar değil de, atomların diziliş şeklidir. Vücudumuzdaki atomlar ile bir bilgisayarın yapısındaki atomlar tamamıyla birbirinin aynıdır. Tek fark, organize olma şekilleridir.
Peki yaşam denilen şey nasıl ortaya çıkmıştır? Bunun için önce karmaşıklık kanununu bilmemiz gerekir. Yapılan araştırmalara göre atom sistemleri fizik kurallarına uyan karmaşık yapılar oluşturmak için kendi kendilerini düzenlerler. Yani canlı organizmalar, cansız sistemlerin muazzam karmaşıklıklarının bir ürünür. Umarım anlatabilmişimdir. Kısaca yaşam dediğimiz şey, cansız maddenin karmaşıklığından meydana gelmiştir, bilinç ise yaşamın karmaşıklığından. Atomlar benim kimliğimi belirleyen ve organlarımın çalışmasını sağlayan bilgi yapısını işler kıldığı müddetçe yaşam var olmaya devam eder.
Eğer yaşamı mümkün kılan şey çevresindeki dünya ile etkileşerek gelişen bir bilgi yapısı ise o zaman bizimde bir makine yani program olduğumuzu söylemek mümkündür. Bizler son derece karmaşık, ileri bilgisayar programlarıyız.

Peki biz bir bilgisayar isek kodlarımız bellidir yani yapabileceğimiz şeyler bellidir değil mi? Biyologlar bunu şöyle tanımlıyor; görevimiz, genlerimizi hayatta tutmak. Yani genlerimizi korumaya programlı bilgisayarlarız.
Bu tanıma göre bilgisayarlarında bir canlı varlık olduğunu düşünebiliriz. Bu cümleye çoğunuz bilgisayarların etki-tepki prensibine göre hareket etmesini söyleyip karşı çıkabilirsiniz ancak canlı yaşamanın genelide etki-tepkiye dayanmıyor mudur? Pekişmesi için Pavlov’un Köpeğini araştırmanızı tavsiye ederim.
Eğer bir karıncanın programını bilseydik, onu iten, çeken, motive eden ve korkutan şeyleri bilseydik onun davranışlarını tahmin edebilirdik. X olursa, onlar da Y şeklinde tepki verirler. Tıpkı yaptığımız makineler gibi.
Karıncalar ve bilgisayarlar elbette insan aklına sahip değiller ancak yüz yıl içersinde bizden daha akıllı ya da bizim kadar akıllı olup olmayacaklarını bilemeyiz. Eğer bilgisayarlar böyle bir zeka seviyesine çıkarlarsa duygu ve hislerinin gelişip bilinçli hale geleceklerinden şüpheniz olmasın.
Konunun daldan dala uzadığının farkındayım fakat bağlayacağım:) Şimdi birçoğunuzun bilgisayarlar nasıl bilinçli olacak şeklinde düşündüğünü biliyorum.
Bilincin ortaya çıkması için insan zekasına sahip olmak zorunda değiliz. Evcil hayvan besleyenleriniz iyi bilir köpekler veya kediler bizlerden daha az zeki oldukları halde yaptıklarıyla bir bilinçleri olduğunu görebiliyoruz. Yani köpeklerimiz biliçlidir. Duygu ve bilinçler belli bir zeka seviyesinin üstüne çıkıldığında ortaya çıkar.
Bilinçli makine fikri bizim gibi çoğu ölümlüyü korkutur. Fakat bu sorunu inceleyen bilim insanlarının büyük çoğunluğu simüle bir zekanın bilinç sahibi olmasına mümkün gözüyle bakıyorlar.
Sizlere “solucan mı daha zeki bilgisayar mı?” desem çoğunuz bilgisayar diyecektir. Fakat insan hepsinden zekidir. Bizi zeki yapan şey beynimizdeki karmaşıklıktır. Beynimiz tıpkı bir elektronik devre gibi çalışır. Kablolar yerine nöronlar vardır. Beyin hücreleri, kollara belli bir düzende elektrik sinyalleri gönderir, tıpkı bilgisayarlarda olduğu gibi. Özetle bir bilgisayarın beynini bugün olduğundan çok daha karmaşık yapabilirsek onun da bilince sahip olmasını sağlayabiliriz.

Hesaplama hızında bilgisayarlar insanları çoktan geçtiler. Yaratıcılık açısında da fark büyük. Alan Turing bilgisayarlarla sohbet edebildiğimiz gün bilgisayarların bizim gibi zeki ve düşünebildiğinin kanıtlanacağını söyler.
Evet şimdi tüm bu söylediklerimiz neyi ispatlıyor. Bizlerin çok gelişmiş bir bilgisayardan farkımızın olmadığını. Bilgisayarların ruhu olur mu? Hayır. Bizim de ruhumuz olamaz.
Bilincimiz, duygularımız, hisettiğimiz her şey karmaşık bir yapının ürünüdür. Öldüğümüz zaman hafızamız ve zekamız yok olur ve biz de kapanırız. Aynı bilgisayarın fişini çekmemiz gibi.
Tanrı’nın Formülü kitabından bir alıntı.
“Ruh bir icattan başka bir şey değil
evlat, ölümün son nokta olması düşüncesinden kaçabilme arzusuyla
ürettiğimiz muhteşem bir illüzyon.”
Boşlukta hissediyorum.
Çok üzgün ve öfkeli olmakla birlikte malesef bu bir gerçek, öldüğümüzde yok olup gideceğiz.
Yazıdan beklentim daha sarsıcı olmasıydı. En sevdiğim kısım, öleceğimizi anlayıp idrak ettiğimiz o çarpıcı anda, aslında hiç yaşamadığımızı düşünmemiz kısmıydı. Yolda boş boş yürürken bi arabanın altında kalma ihtimali gibi şeylerle yüzleştiğimde, hissettiğim şey tam olarak bu…
Konu bilimsel bikaç açıklamaya geldiğinde ‘nerdeyiz kardşm’ kafasına girsem de güzelce okudum. Ruhun olmadığı kısma gelirsek bunu kabul etmek istemedim. Mutlaka bi farkımız olmalı geleceğin insana yakın robotlarından, manevi olarak yani.
Bilimsel kısımdan ayrı şöyle bi merakım oldu her zaman, ölünce de canımız yanmaya devam edecek mi acaba?
“Ruhumuz olmalı” değil “ruhumuzun olduğuna inanmak istiyorum” doğru tabir.